İNANCIMIZDA KÜLTÜRÜMÜZDE VE EDEBİYATIMIZDA KEDİ

  • reklam

İNANCIMIZDA KÜLTÜRÜMÜZDE VE EDEBİYATIMIZDA KEDİ

 

Kültürümüzün ilk çağlarından bu yana birçok hayvan önemli sayılmış hatta kutsal bir noktaya konulmuştur.

 

Türk kültüründe Kurt kavramı efsanelerimizde ana bir karakter olarak vardır.  Kurt motifi arma ve bayraklarda sıkça karşımıza çıkar. Türklerin Orta Asya da var olduğu dönemlerde kaplumbağa figürleri ve heykelleri ile de sıkça karşılaşırız. Evini sırtında taşıması ile göçebeliği çağrıştırmış ve uzun ömürlü olması ile yaşamı simgelemiştir. Bunun yanı sıra Bolluk ve bereket sembolü olarak geyik, belki de Türklerin en yakınındaki can yoldaşı at, çift başlı kartal, nehir ve deniz kıyısında yaşayan su ile daha içli dışlı Türk toplumlarında bir bereket simgesi olarak balık, göçebe yaşamının vazgeçilmezleri olan koç, koyun, keçi ve deve gibi hayvanlar bizler için hep önemli olmuşlardır.

 

Şu hepimizin bildiği bir gerçek: “Kedilere düşkünüz.” Dünyada belki de hiçbir toplumda görülmediği kadar kedilerimize sahip çıkıyoruz. Her köşe başında, sokaklarda, apartman ve evlerin bahçelerde, iş yerlerinin önünde kedi kapları, kedi evleri, besleme yapan insanlar görürsünüz. Adeta mahallemizin bir ferdi gibi onları görüp ihtiyaçlarını gidermek için bir sorumluluk hissediyoruz. Onlar ise tembel, umursamaz halleri, uykulu bakışları ile hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi davranmaya devam ederler.

 

Türk kültüründe kedi de yaşamın vazgeçilmez, hatta olmazsa olmaz bir parçasıdır. İlk başlarda belki farelere karşı bir savunma işlevi gören kedi zamanla ailenin, sokağın ve de yaşamımızın en önemli figürlerinden biri haline gelivermiştir.

 

Seyahatname isimli meşhur eserinde Evliya çelebi, Erzurum’u ve o beldenin hepimizce malum o meşhur soğuğunu bir nebze abartı da katarak, bir kedi öyküsüyle aktarır bizlere. “Bir kerre bir kedi bir damdan bir dama pertâb ederken mu'allakda donup kalır. Sekiz aydan Nevrûz-ı Harzemşâhî geldikde mezkûr kedinin donu çözülüp mırnav deyüp yere düşer."

 

Bildiğiniz gibi temsillerle kavramlara anlam yükleyen halk ve divan edebiyatımızda asırlar boyunca bülbülle gül arasındaki ilişki aşkı ifade etmek için kullanılmıştır.

 

Bu ele avuca sığmaz, kendilerine has huyları ile vazgeçemediğimiz patili dostlarımızla öyle zannediyorum ki edebiyata konu olma yönüyle sadece bülbül yarışabilir.

 

Bülbül güle olan o bitmek tükenmek bilmeyen hasretiyle sabahlara kadar feryat eden bir âşıktır. Bülbül, gülün daha kırmızı renkte ve güzellikte olması için ona kanını vermiş kendini feda etmiş ve gülde bu sayede güzelliğine kavuşmuştur. Ancak gül nazlıdır, bu aşka karşılık vermek bir yana bülbüle eza ve cefa çektirir ve bülbül feryat etmeye devam eder, sonsuza kadar bu acı şarkısını sürdürür durur.

 

Edebiyatımızı bir dönem çok meşgul eden, nice efsanelere, şarkılara, türkülere esin kaynağı olan bu gül bülbül ilişkisinin artık eskisi gibi popüler olmadığını söylemek mümkün.

 

Artık daha şehirli ve modern bir yaşam süren günümüz insanı kedi ve köpek gibi dostlara daha çok sığınmaya başladı. Ve zamanla bu dostluk yazarların satırlarında kendine yer bulur oldu.

Her ne kadar divan edebiyatı gül ve bülbülün tesiri altında olsa da kediler hakkında yazılmış eserlerde vardır.

 

16. yüzyılda yaşamış divan şairi Meali’nin çok sevdiği kedisinin ölmesi üzerine mizahi bir üslup ile kaleme aldığı ve “N’edelüm âh pisi n’eyleyelüm âh pisi” beytiyle bitirdiği şiiri bu alanda ilk akla gelen eserdir. Mersiye-i Gürbe yani kedi mersiyesi adını taşıyan eser, artık hayatını kaybetmiş kedisi için acı çeken bir şairin feryadıdır.

 

Evde fare bırakmayan, gökte uçan kuşu avlayan, serçe tutar gibi tavukla kaz yakalayan, aslanla kendi akranı gibi oynayan, nice kâfir fareyi öldürerek gazi olan, ejderhayı pençesiyle tutup atan… Yılanın ağzına düşen kurbağayı kurtaracak kadar merhametli diye diye yere göğe sığdıramadığı; İbn-i Sina görse zekâsına şaşırır dediği kedisi için: “Kedi sanmayın ela gözlü bir beydi” ifadesini kullanarak onu bir dost, yaren ve insan yerine koyar Meali.

 

Şiirin son dörtlüğüne gelindiğinde ise kedisinin yokluğu sonrasında insanlığın içine düştüğü acınası (!) durumu şu şekilde anlatır Meali.

 

Şimdiden gerü sıçan duta bütün dünyâyı

(Bundan sonra bütün dünyayı fareler sarar)

 

Kemüre hegbeyi çuvalı dele torvayı

(Fareler heybeyi, çuvalı kemirir; torbayı deler)

 

İnlede yohsulı vü yohsul ide hem bayı

(Fareler yoksulu inletir ve zengini yoksul eder)

 

N‟idelüm âh pisi n'eyleyelüm vâh pisi.

(N’edelim ah kedi neyleyelim vah kedi)

 

 “Hub avaz ile şam ü seher mavlayan” (Güzel sesiyle sabah akşam miyavlayan) sevgili kedisinin ölümü, onun sevgisinin bir daha hissedemeyecek olması rivayetlere göre köse ve biraz da çirkince olan Meali’yi derinden üzmüş olmalı ki bu eseri yazma ihtiyacı hissetmiştir.

 

“Seyrekdür sakalı, sözü geçmez” denilerek medreseye öğretmen olma hayali de suya düşünce avuntuyu ve sevgiyi kedilerde bulmuştur.

 

Çok doğru sözdür, yerinde bir tespittir: Hayvan sevgisi bir nevi insandan kaçıştır.

 

 

Eğer kedilerden bahsediyorsak Fasih Dede’den söz etmemek olmaz. İyi eğitim almış bir şair ve sanatkâr olan Fasîh Dede 17. Yüzyılda yaşamıştır ve bir kedi dostu olduğu için haliyle birçok kedisi olmuştur. Yaşımı sona eren kedilerinin tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına defnetmek gibi bir de kendine has âdeti vardır. Onlara bir insan gibi değer verip, saygıyla yaklaşıp, kefenleyerek yeni bir yaşama uğurlamak ne güzel bir incelik, ne güzel bir insani davranıştır.

 

Fasîh Dede de her fani insan gibi vefat eder. Rivayete göre kendisi ile aynı gün dergâhta beslediği kara kedisi de ölür ve dostları tarafından beraber kefenlenip beraber gömülürler.

 

 

18. yüzyılda İstanbul’da Ebubekir Kani Efendi isminde bir divan şairi yaşamıştır. Bükreş’te kâtiplik yaptığı dönemde gönlünü kaptırdığı bir de güzel vardır. Düşünür taşınır, en sonunda cesaretini toplar ve evlenme teklifinde bulunur. Kadın bu teklifi şu şartla kabul edeceğini söyler: “Ben bir Hristiyan’ım, eğer benim dinime girmeyi kabul edersen bu iş olur.” Bir tarafta gönlündeki sevgi, bir tarafta doğumundan beri mensubu olduğu inancı… Zor bir seçim yapmakta olan şair sonunda mizahla karışık günümüzde de halen güncelliğini korumakta olan şu cümleyi kuruverir: “Kırk yıllık Kâni, olur mu yani…” Uzun zamandan beri devam eden bir şeylerin öyle ansızın değişemeyeceği anlatmak için kullanılan bu sözü eminim duymayanınız yoktur.

 

İşte bu Ebubekir Kani Efendi’nin münşeat isimli eserinde yer alan, bugün İstanbul Üniversitesi yazma eserler müzesinde bulunan, mektup tarzında yazılmış, hiciv ve mizah unsurları taşıyan bir mektubu bulunmaktadır.

 

Bir kedinin ağzından sahibine yazılan bu özür mektubunda, sahibinden izinsiz olarak bazı maceralara girişen, sonrasında ise özür dileyen bir kedi yakarışı çıkar karşımıza.

 

Bazı kaynaklarda Hz. Mevlânâ’nın Konya’da bulunan Türbesi’nde, Hz. Mevlânâ’nın çok sevdiği kedisine ait küçük bir sanduka olduğundan bahsedilir. Mevlana’nın ölümünden sonra Mevlana’nın mezarı başından ayrılmayan kedi bir hafta sonra ölmüş ve Mevlâna'nın kızı olan Melike Hatun bu vefalı kediyi, Mevlâna ile aynı bahçeye defnetmiştir.

 

Ancak bu sanduka günümüze ulaşmamıştır.

 

Kim demiş kediler nankördür diye?

 

 

İslamiyet'te kediler "temizlik" kavramı ile özdeşleştirilmiş ve saygın bir yer edinmişlerdir. Hz. Muhammed de bir kedi dostudur ve Müezza isimli bir kedisi vardır. Bu yönüyle kedi beslemek ve sevmek sünnettir.

 

Müezza ile peygamberimizin karşılaşması da ilginçtir. Uhud seferi esnasında yavrularını emziren bir kedi fark edilince peygamberimiz hemen bir askeri görevlendirir ve kedinin başında durmasını ister. Atlardan, develerden, silahlı yüzlerce askerden oluşan ordu bir kediye ve yavrularına zarar vermemek için yolunu değiştirir.

 

Seferden dönüşten sonraki günlerde kediyi korumakla görevlendirdiği nöbetçiden o kediyi getirmesini rica eder. Ve o günden sonra Hz. Muhammed’in sahiplendiği ve Müezza adını verdiği kedi evin bir ferdi oluverir.

 

Peygamberimiz kedisi Müezza’yı o kadar çok severmiş ki, anlatılanlara göre Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muhammed’in giysisinin ucunda –her kedinin çok sevdiği gibi- tatlı bir uykuya dalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Muhammed, Müezza’yı yattığı tatlı uykusundan uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek, onu rahatsız etmeden kalkmayı tercih etmiştir.

 

Peki, Müezza isminin anlamı nedir? Sevgi ve merhamet insanı olan Hz. Muhammed, kedisine de yine çok anlamlı bir isim vermiştir.  Müezza: “Değerli” anlamına gelmektedir.

 

Kedi İslam inancında temizliğin simgesi haline gelmiş bir canlıdır. Hz. Muhammed “Şüphesiz ki kedi necis (pis) değildir, o da ev halkından bazısı gibidir” diyerek kedinin aileden biri gibi görülmesi gerektiğini tavsiye etmiştir.

 

Bilirsiniz kediler doğada kendi pisliği örten tek canlıdır. Belki de bu sebepten ilk kez evcilleştirildiği zamanlarda evlerimize daha kolay kabul ettik onları. Üstelik devamlı kendilerini yalayarak temizleyen bir canlı türüdür onlar.

 

Bir gün Hz. Muhammed, kedisi Müezza su içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken peygamberimizin arkadaşlarından olan Ebu Nuaym: “Ya Resulallah, o sudan kedi su içti!” deyince, Peygamberimiz cevap olarak: “Onlar en temiz ağıza sahiptirler.” buyurmuş ve kedisinin su içtiği kaptan abdest almıştır.

 

Bir gün bir sohbeti esnasında Hz. Muhammed:

 

“Hubbül hırratı minel iman” ifadesini kullanmıştır. Bu sözün anlamı şöyledir: “Kedi sevgisi imandandır.”

 

Sohbette bulunanlar “Niçin?” diye sorarak bu cümlenin açıklamasını sorduklarında peygamberimiz sadece: “Ebu Hureyre bilir” demiş, başka da bir şey söylememiştir.

 

Peki, Ebu Hureyre kimdir?

 

Ebu Hureyre peygamberimizden en çok hadis rivayet eden sahabedir. 5374 hadis rivayet eden Ebu Hureyre kedilere çok düşkündür. Bir gün hırkasının altına bir kedi yavrusu saklamıştır. Peygamberimiz kendisine hırkasının altında ne olduğunu sorduğunda ise yavru kediyi göstermiştir. Bunun üzerine Hz. Muhammed bu yavru kediyi sevmiş Ebu Hureyre’ye dönerek: “Ebu Hureyre utanma, öğün. Sen kedicik babasısın” demiştir. Ve o günden sonra lakabı isminin önüne geçerek kedicik babası anlamına gelen Ebû Hureyre şeklinde hitap edilmiştir.

 

Evliya Çelebi, Ebû Hureyre için der ki: “Sağlığında binlerce kedisi vardı. Kabri Mısır’da Giza şehrinde olan bu sahabenin mezarının etrafında da nice yüz bin kedi vardır”

 

Kedileri çok seven tasavvufçulardan biri de türbesi Konya’da bulunan Pisili Sultan Pir Esad’dır.

 

Vasiyeti üzerine kedisi ölünce kendi mezar sandukasının soluna, ayakucuna gömülmüştür. Yani Pisili Sultan lakabıyla anılan Pir Esad ile sevgili pisisi bugün aynı türbede istirahat etmektedirler.

 

Tüm bu yaşananlardan tasavvuf kültüründe kedilerin özel bir makama yükseltildiğini, tasavvuf ehlinin gönül dünyasında kedilerin tartışılmaz ayrı bir yeri olduğunu anlıyoruz.

 

Hayvanlara yönelik şiddetin had safhaya ulaştığı, nesli tükenmekte olan hayvan türlerinin sayısındaki yoğunluğun arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Arabasını uyuyan köpeğin üzerine sürenler, sahibi tarafından sokağa terk edilenler…  Patili dostlarımıza yönelik acı hikâyelerin, üzücü haberlerin sayısındaki artışın farkındayız. Bu modern zamanlarda, İslam dininin hayvanlar hakkındaki tavsiyelerine, tasavvuf ehlinin naifliğine; sıcak yemeği üfleyerek kediye yediren Anadolu insanının yüzyıllardır getirdiği inceliğe ve kültürümüzün hayvanlara olan ilgi ve şefkatine günümüzün merhamet duygusunu kaybetmiş insanlarının o kadar çok ihtiyacı var ki...

 

 

Hiciv edebiyatımızın en vazgeçilmez türlerinden biridir. Karşı olduğu görüşü iğneli ve alaycı bir dille eleştirme sanatıdır hiciv. Bir çeşit mizah, üstü kapalı ama sağlam bir eleştiridir. Zekâya dayalı bu sanatın edebiyatımızda çok başarılı temsilcileri olmuştur her zaman. Şeyhi'nin Harname'si, Fuzuli'nin Şikâyetname’si, ve Nef'i'nin Siham-ı Kaza'sı edebiyatımızda önemli hiciv örnekleri arasında kabul edilir.

 

Namık Kemal ile dönemin sadrazamı Mahmut Nedim Paşa arasında yaşananlar ortaya Namık Kemal’in kaleminden “Hırrename” yani “kedi destanı” isimli bir eserin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

 

Şiirin hikâyesi ilginçtir: Osmanlı devletinin artık son dönemleri yaşanmaktadır. Siyasi ve ekonomik olarak işler hiç de iyi gitmemektedir. Hazine tam takır, kuru bakırdır. Sadaret makamında Mahmut Nedim Paşa vardır. Rüşvetçi, adam kayıran, yolsuzlukları görmezden gelen bir kişiliğe sahiptir, aynı zamanda Rus taraftarlığı ile de meşhurdur. Bir devlet adamında olmaması gereken her türlü işin içinde olması nedeniyle sevilmeyen, ama nedense sadece Sultan Abdülaziz tarafından el üstünde tutulan Mahmut Nedim Paşa en sonunda görevinden azledilir.

 

Namık Kemal, bunun üzerine “Hırrename” yani “kedi destanı” adı şiirini Diyojen dergisinin 128. sayısında yayınlar. Şiirde elbette icraatlarından hiç hoşlanmadığı Mahmut Nedim Paşa eleştirilmekte ve pek de iltifat sayılmayacak sıfatlarla hicvedilmektedir.

 

Hızını alamayan Namık Kemal bir süre sonra derginin 132. Sayısında yine paşayı yerdiği ‘Köpek Destanı’nı yazacaktır. Çok rağbet gören kedi destanı derginin 133. sayısında bir kez daha yayınlandıktan sonra dergi kapatılacaktır.

 

Bütün bu olup bitenlere rağmen dört yıl sonra bir kez daha sadaret makamına yükselecek olan Mahmut Nedim Paşa bu kez de uyguladığı yanlış ekonomik uygulamalar nedeniyle binlerce esnafın iflasına neden olacaktır. Esnafın Babıali’ye yürümesi üzerine kılık değiştirip odasından ayakkabılarını bile giymeden kaçtığı anlatılır. Sonrasında görevinden alınan ve sürgüne gönderilen paşa yine hayatı sürgünlerde geçen Namık Kemal’e “Hırrename” şiirini yazdıracak uygulamalara imza atmasıyla edebiyat tarihimize de geçmiş bir şahsiyettir.

 

Namık Kemal’in doymak nedir bilmeyen bir kediye benzettiği ve kedilere atıfta bulunarak Mahmut Nedim Paşa’nın açgözlülüğünü, ihtirasını anlattığı bu eser; bir hikâyesinin olması, yazarın mizah ve hiciv unsurlarını başarı ile kullanması ve bunu kedi kavramı üzerinden anlatması ile edebiyatımızın önemli köşe taşlarından biri olmuştur.

 

 (1872'de mizah dergisi Diyojen'de yayınlanan vatan şairi Namık Kemal tarafından kaleme alınan ve dönemin Sadrazamı Mahmut Nedim Paşa'yı eleştiren hicviyeden bir bölüm)

 

 Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken

Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken

Kuyruğu geçse ele dırlanarak zırlar iken

Sofrada her kedinin def'ini hazırlar iken

Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi

Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

 

Edebiyatımızın önemli yazarlarından Tevfik Fikret’in de çok sevdiği bir kedisi vardır. Kedinin ismi ise oldukça ilginçtir: “Zerrişte”. Yıllar sonra Nurullah Ataç bu ismin tuhaflığını şu cümlelerle anlatır: “Zerrişte diye kedi adı mı olurmuş?”  Üstadı her ne kadar bu şekilde eleştirse de Ataç da tam bir kedi dostudur. Şu sözü her şeyi anlatıyor: “Kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim, ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam.”

 

Bilirsiniz kediler zaman zaman çok tuhaf, ince veya kalın perdeden sesler çıkarabilmektedir. Ahmed Rasim bir yazısında, kedilerin biraz eğitim alsalar bir opera parçasını seslendirecek derece zengin bir ses çoğunluğuna ve gırtlak yapısına sahip olduklarından bahseder.

 

Elbette Orhan Veli’nin o eşsiz üslubuyla kaleme aldığı Kuyruklu Şiir’ini de unutmamalıyız.

 

 “Uyuşamayız, yollarımız ayrı;

Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;

Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;

Benimki aslan ağzında;

Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.”

 

Ortaya çıkan eserlerden anlıyoruz ki kedilerin yazarların, şairlerin, sanatçıların yaşantısında hiç de küçümsenmeyecek bir yeri var. Ve olmaya da devam edecek gibi görünüyor.

 

Kültürümüzün ve evimizin ayrılmaz parçası olan, Hz. Muhammed’in evinde besleyecek kadar sevdiği, tasavvuf ehlinin hep yanı başında olan, yazarlara ve şairlere ilham kaynağı olmuş bir canlıdır kedi. Aynı zamanda onlar birçoğumuz için: Arkadaş, sırdaş, dost, hayat arkadaşı, neşe kaynağı, oyun arkadaşı, ilham perisidir.

 

Ve sayısız birçok kavramın içerisini dolduran yegâne, özel bir varlıktır kedi.

 

Birçoğumuzun ruhunda onlardan kalan izler var. Onlarla veya anılarıyla yaşıyoruz. Kediler ve tüm diğer canlılar hayatımıza bir güzellik katarken, bizimde onlara karşı görevlerimizi unutmamanız gerekiyor. Çünkü onları sahiplenerek bize bağımlı hale getiriyoruz. Ve elbette bizde onlara bağlanıyoruz. Öyle umut ediyorum ki onlarla yaptığımız bu yazısız dostluk anlaşması sonsuza kadar sürecek.

 

 Onlarla kurduğumuz sevgi eksenli, karşılıklı anlayış dilini sonsuza dek konuşabilmek dileğiyle…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.